Reklamcılıkta önemli bir terimdir kadraj. Karşılığı “çekim sırasında vizörden görünen görüntü, yani gösterilmek istenen herşeyin içine toplandığı bir çerçeve” olarak özetlenebilir.
Kulağa ilk etapta sadece fotoğrafçılıkla ilgili gibi gelse de, aslında tüm iletişim bileşenleri için gereklidir.
Çekim esnasında kadraj, fotoğrafçı veya yönetmeni diğerlerinden ayıran en önemli şeydir, sanatçı gözüdür.
Planlama aşamasında kadraj, stratejistin cımbızla çekip çıkardığı üzerine odaklanılması gereken mesajdır. Müşteri ilişkisi kurarken kadraj, başkasının gözüyle önemli olanı görebilme ve hedefi şaşırmadan ihtiyaca yönelik cevabı sunabilmedir.
Tüm bunlar doğru şekilde birleştirildiğinde, kadrajın içinde kalanlar cilalanıp parlatılır ve tüketiciye algılatılmak istenenler başarıyla iletilmiş olur.
Tıpkı hepimizin yaşarken farkında olmadan yaptığı gibi. Hayatımıza dahil etmek istediklerimizi kadraj içine toparlayıp, seçmediklerimizi dışında bırakmamız gibi.
Kendimizi kadrajımızla ifade ederiz, sınırını belirlemek için etrafındaki çalılara işeyen köpekler misali izimizi onunla bırakırız. Sonunda da hayata nasıl baktığımızla, seçimlerimizle hatırlanırız.
İstanbul’a aşık olmakla nefret etmek arasındaki seçimdir mesela kadraj. Bir apartman dairesini yuva ya da hapishane gibi hissettiren de orada neyi görmeyi seçtiğimizdir aslında...
En basit örnekle aynı binanın cephesinde yanyana pencereler olsa da, penceresinin önüne bir saksı sardunya koyan bir başka görmez mi manzarayı?
Bu kadar kolay mıdır hakikaten kötü dediğimizin başka bir bakış açısıyla iyiye dönüşmesi, çirkinin güzel, sıkıcının ilginç, eskinin yeni oluvermesi?
O kadar kolaydır evet, çünkü hepimiz algıladığımız pencereden bakarız hayata, algıladığımız kadar yaşarız hayatı.
Kadraj bir nevi gözlük aslında. Arada sırada gözlüğümüzü yanımızdakine verip “ biraz da benim gözlerimle baksana” demeye çalışsak da olmuyor işte. Bizler birbirimizin gözlüklerine ilişemediğimiz için dilin yetersizliği içinde her yere çekilmesi mümkün o küçük kelimelere muhtaç kalıyoruz ve birbirimize yakınlaşmak yerine gittikçe uzaklaşıyoruz.
Sanat bu yüzden eşsiz, herkese geçici bir süreliğine de olsa aynı gözlüğü takıyor ve sanatçı bize “ben böyle görüyorum, ya sen?” diye soruyor. Keşke ilişkilerde de bunu yapmak mümkün olsa. Diyaloglarda bir an “pause” tuşuna basıp, olan kadrajı fotoğraflayabilsek ve baktığımızda karşımızdakini hemencecik tam da demek istediği şekilde algılasak.
Ne yazık ki insan kaderi birbirini anlamaya çalışarak, yanlış anlayarak, kalp kırarak, öfke duyarak kelimelerden anlam çıkarmaya mecbur. Bu yüzden de bizler hep biraz eksik kalıyoruz.
Dünyaca ünlü heykeltraş Auguste Rodin “Taşın fazlasını atıyorum, geriye heykel kalıyor” demiş. Taşa bakarken onun içindeki estetiği görebilen bir sanatçı, ürettiği pek çok eserinde bu durumun altını çizmek için kaideleri oyulmamış ham taş olarak bırakmış. Ortaya çıkan kusursuz güzelliğin nereden geldiğini unutmamak – unutturmamak için. Yani kadrajının içinde gördüğünü de, dışında bıraktığını da bir arada sergileyerek topu bizlere atmış.
Sahi siz neleri kadrajınızın içine almayı, neleri dışında bırakmayı seçiyorsunuz?
İstanbul’a aşık mısınız, nefret mi ediyorsunuz?
2013, İstanbul - Therapia Mag
Kommentare