Susmak dinlemek midir?
Kişilerin konuşmalarına izin verdiğimizde gerçekten onları dinlemiş olur muyuz?
Kaçımız samimi bir merak ve algıyla karşısındakini aktif bir şekilde, kendi zihninde kaybolmadan dinleyebiliyor?
Örneğin ben, zaman zaman dinlediğimi sanırken, soracağım bir sonraki soruyu, duyduklarıma vereceğim cevabı, bilgimi ortaya dökeceğim örnekleri zihnimde tasarlarken buluyorum kendimi. Bunu farkettiğim zaman elbette utanıyorum ama biliyorum ki ezber bozmak kolay iş değil. Uzun yıllar boyunca başkalarına karşı üstün gelmek ve haklı çıkmak için iletişim kurmayı öğrendik. “Güçlü olmak” kavramını hep “başkalarına karşı güçlü olmak” diye algıladık. Anlamak için dinlemek yerine, haklı çıkmak için konuşma yolunu seçtik. Fikirlerimizi savunmaya kendimizi kaptırıp, savunduğumuz konularda gittikçe radikalleştik. Ama gerçekten dinlemeyi pek beceremedik.
Bugüne kadar didine didine elde ettiğimiz her diploma, her ünvan, her çevre, her başarıyı ceketimizin apoletine birer yıldız gibi taktık. Girdiğimiz ortamlara yıldızlarımızı parlatarak, başkalarından üstünlüğümüzü kanıtlamak istercesine girdik. Oysa çoğu zaman apoletlerimiz bize ağırlık yaptı, bildiklerimiz bilmediklerimizi öğrenmemize engel oldu; farkına bile varmadık.
Yıllar içerisinde, bildiğimi sandığım kapılardan ellerim boş döndükten sonra gördüm ki insanı gelişmekten alıkoyan şey “bilme tuzakları”na düşmesiymiş. İnsan “ben biliyorum” dediği yerde kendi üst sınırını belirler ve daha fazlasını öğrenme hakkını kaybedermiş. Bizi geliştirecek olan yegane şey, bildiğimizi zannettiklerimiz arasındaki bilmediğimiz detaylara duyduğumuz merakta gizliymiş. Omzumuzdaki yıldızlar o kadar parlaktı ki gözlerimiz kamaştı, bu basit gerçeği göremez olduk. Ta ki bildiklerimizin yetmediği bir tehditle karşılaşıncaya kadar.
Günümüzde fütüristler hep bir ağızdan yirmi yıl içinde yeni “İnsan 2.0” döneminin geleceğini ve hiçbir şeyin aynı kalmayacağını; mevcut mesleklerin yüzde doksanının insanlar yerine yapay zeka tarafından yönetileceğini söylüyor. Bugünün yıldızı parlak meslek sahiplerinin işsiz kalma fikri kulağa inandırıcı gelmese de, biz bildiklerimize sıkı sıkı tutunmaya çalışırken teknoloji hızla bu devir teslimi endüstri 4.0 ve akıllı fabrikalar ile gerçekleştirmeye başladı bile. Bu kadar bilinmezin olduğu bir ortamda, iş piyasalarının geleceğini de artık kimse öngöremiyor.
Bu varsayımlar benim uzmanlık alanım değil, ancak kesin olan şu ki her şeyin inanılmaz hızlı değiştiği bu dönemde iletişim hayatımızın tam merkezine oturacak. Değişime ayak uyduramayanların sahneden inmek zorunda kalacağını tahmin etmek hiç zor değil. Bizim de bu değişim sürecinde eski ezberlerimizle yola devam etmek yerine, hayatla kurduğumuz iletişime tekrar bakmamız iyi bir fikir olacak.
İletişime algılama ve aktarmadan oluşan çift yönlü bir süreç olarak bakarsak, doğru aktarımı yapabilmemiz için önce doğru algılamaya ihtiyacımız olduğu aşikar. Eksik algılamayla yaptığımız her aktarımda iletişim kazaları yaşıyor, karşımızdakilerin ego duvarlarına çarpıyoruz. Çünkü herkes doğru bildiğini ispatlamakla meşgul. Ne zaman ki bildiklerimizi aktarmak yerine, bilmediklerimizi fark etmeye odaklanacağız, işte o zaman problemlerimizin gerçek çözümlerini bulabileceğiz. Fark edebilmek için merakla dinlemek ve söylenenlerin ötesini algılamak için doğru soruyu sorabilmek en önemli anahtarlar. O halde, “insanın kendi oluşturduğu bir teknoloji olan yapay zekayı, bugün tehdit olarak göreceği kadar öne çıkaran özellik nedir?” diye sorsak, cevabı bize yol gösterebilir.
Yapay zekanın en önemli avantajı, farklı kaynaklardan olan bilgileri çok hızlı bir şekilde analiz edebilmesi. İnsanların yapay zekadan korkmak ve onu düşman olarak görmek yerine, onu avantajlı kılan özelliklerini öğrenmesi ve kendi iletişimine transfer etmesi tek çare gibi görünüyor.
Eski insan modeli bireysel başarı ve rekabet üzerine kurgulanmışken, fütüristlerin bahsettiği yeni insan modeli, dayanışma ve deneyim üzerine kuruluyor. İnsanın yeni gücünü “kolektif akıl” ve “hızlı güncellenme” oluşturuyor.
Bir diğer deyişle, yeni insan modeli için başkalarıyla kuracağımız iletişim hayati önem taşıyor. Bu yol tek başımıza geçebileceğimiz bir yol değil. Artık bizden farklı olanlarla işbirliği içinde kaliteli iletişim kurmaya, bunun için de kaliteli algılamayı ve dinlemeyi öğrenmeye mecburuz.
İşte tam da burada insanın kendi kendine koyduğu en büyük engel devreye giriyor: İsteklerimizi yöneten, bilinme, alkışlanma, beğenilme, fark edilme, sıra dışı olma, onaylanma, öne çıkma, haklı olma, üstünlük gösterme peşindeki egomuz!
Yeni insan 2.0’a uyumlu olabilmek için öğrenmeye ve paylaşmaya açık olmamız şart. Eğer bir şeyi hakkıyla öğrenmek istiyorsak da, en iyi bildiğimiz şeyi bile ilk defa duyar gibi gerçek bir merak ve algıyla dinlemeye cesaret etmeye… Bu da ancak küçük bir çocuk gibi sadece istediklerine odaklanan egomuzu kontrol etmekle mümkün. Yoksa bu çocuğun canı hep ona haz veren isteklerinin peşinde koşmak isteyecek ve asıl ihtiyacımız gözden kaçacak. Algılamaya ihtiyacımız varken, aktarmakla meşgul olacağız; çünkü bilen biri gibi görünmek, bilmeyen biri gibi görünmekten çok daha karizmatik duracak. Oysa artık, zaman eyleme geçme zamanı; iletişim şeklimizi isteklerimize değil, ihtiyaçlarımıza yönelik değiştirme zamanı. Eyleme geçebilmemiz için bilmediklerimize odaklanmamız gerek; çünkü bilme egomuz olduğu sürece yapma arzumuz olmayacak.
Hepimizin bir nevi ego paspasına ihtiyacı var. Bir ortama girerken kapının eşiğinde önce apoletli ceketlerimizi çıkartıp omuzlarımızı hafiflettiğimiz, paspasta tüm üstün gelme ve haklı çıkma arzularımızı silip geride bıraktığımız, meraklı gözlerle öğrenmek için dinlemeye hazır olduğumuz gün kazandığımız gün olacak.
Egomuzu dizginleyebildiğimizde iletişimimizin kalitesi artacak. Algılamayı aktarmaktan daha çok önemseyenler uzun vadede hep kazanacak.
Nihayetinde algılama kalitemiz iletişim kalitemizi, iletişim kalitemiz de hayat kalitemizi belirleyecek.
Peki biz bütün bunları bilmemize rağmen, egomuzu paspastan geçirebilecek miyiz?
Eylül 2019, Bodrum - www.dijitaltopuklar.com
Comments